Sıcak bir yaz günü, Kensington Gardens’ın bilinmeyen bir köşesi.
Cisimlenmenin verdiği zevkin sarhoşluğunu hala yaşıyorken mağaraya adımımı atmıştım. Ayağımın altında ezilen kemiklere ve sanki üzerime doğru geliyormuş gibi olan duvarlara aldırmadan yürümeye başladım. Yabancısı değildim buranın, girip de ilk canlı çıkan varlığın ben olduğum ortadaydı. Çok değil, yaklaşık bir sene önce büyük, büyük, büyük dedemden kalan o asırlardır nesilden nesle geçen aile ağacımızın ve kökenlerimizin yazılı olduğu kitabı okurken, dedemin aile soyağacı için gelecek nesillere kitabın yarısını boş bırakırken, bir yandan da kitabın arkasından kendi notlarını eklemiş olduğunu fark ettim. Kitapta üzerinde çalıştığı birkaç araştırmadan ve dünyadaki büyü gücüne sahip olan nadir yerlerden bahsediyordu. Tüm bu olanlar olduktan sonra teker teker gezmeye başlamıştım bu yerleri. Her cisimlenmemden önce elimdeki minik notları kurcalıyor, haritaya göz gezdirdikten sonra cisimleniyordum. İki günün ardından bu mağaraya düştü yolum. İçerideki karanlık aura beni kendisine çekerken, tıpkı o yazın sıcaklığında kendimi üşüyormuş gibi hissetmeme neden olan yalnızlığımı getirdi aklıma. Mağaranın iç kısımlarına ilerledikçe ışık karanlık tarafından emilip gitti, dede yadigarı asamı çıkarıp ‘Lumos’ diye fısıldadım hafifçe. Asamın ucunda beliren ışık huzmesi milimikron saniyede genişleyip avuçlarımla tutabileceğim büyüklükte bir top oluşturdu. Işık kaynağını önümde tutarak ilerlemeye devam ediyordum. Bedenimi mağara duvarlarına paralel tutacak şekilde dikkatlice ilerlerken, yankılanan o tiz sesi duydum. ‘Neydi bu?’
Mağaranın derinlerinde bu esinti de neyin nesiydi? Hafifçe rüzgara dönüşmeye doğru yüz tutan minik esinti yüzümü yalayarak geçti üzerimden. Sesler oldukça yaklaşmıştı, bedenimi cansız dostlarımla sıvanmış duvara yapıştırdım. Bir yandan esintinin geldiği yöne asamı tutarken bir yandan da kendimi herhangi bir terlikten korumaya çalışıyordum. Kısa süre sonra olan biten her şeyi anlamama sebep olan, devasa yarasalar uzaktan belirmişti. Düşünmek şu an en çok ihtiyacım olan şeydi, neyse ki uzun sürmedi.
Ağır çekimde hamlelerimi takip ediyordum sanki. Önce sol elinle duvardan destek al. ‘Duvar mı?’ Duvar niyetine tuttuğun kuru kafayı bırakma, sağ elini daha yukarı kaldır. Büyü yapmaya hazırlan. Ağzımı hareket ettirdiğimde kelimeler teker teker döküldü sırasıyla. ‘Magicus Extremos’ tereddüt etmeden güçlendireceğim büyüyü haykırdım, ‘Sonorus’. Tek yapmam gereken bağırmaktı.
Açlıktan üzerime saldırıya geçmiş tüm yarasalar daha tiz bir çığlık atmıştı. Sonar dalgalarla hareket eden yaratıklar güçlendirdiğim büyüyle çıkardığım bu sesin beyinlerinde oluşturduğu dengesizliğe dayanamayıp dağılmışlardı. Kimisi duvarlara çarpmış, kimi ise yere yapışmıştı. Çarpmanın etkisiyle mağara sallanmış, üzerime birkaç parça kemik düşmüştü. Umurumda değildi, bu bir keşif gezisiydi unutmamıştım. Sersemlemiş yarasaların üzerlerinden atlayarak minik keşfime devam ediyordum. Mağaranın iyice daraldığı yerlerde tavan o kadar alçalmıştı ki kafamı eğmek zorunda kalmıştım. Yürümek işkence haline geldiğinde o minik geçide ulaşmıştım. Karanlık artık içten içe beni kendine çekiyor, tek bir beden olmaya zorluyordu. Geçitten geçebildikten sonra mağaranın genişleyip sona erdiği yerde bulmuştum kendimi. Geçtiğim tüm tünellerden pek farkı yoktu, yerler haricinde. Duvarlar nasıl kemiklerle kaplanmışsa, yerler tam tersine kemiklerden arındırılmıştı. Karanlık auranın kaynağının burada olduğundan adım gibi emindim, artık o kadar yoğundu ki bedenime deyişini, benliğimi benden alma isteğini hissedebiliyordum. Bu savaşı o kadar kolay bırakmayacağımı bilmiyordu ne yazık ki.
Dedemin notlarına tekrar göz atarken birkaç noktaya takıldım. Bu mağaranın gezdiği tüm o yerler kadar güçlü olmadığı ve hissettiği en güçlü karanlık etkinliğin tanımı. Okuyordum, okuyordum ama şaşırıyordum. Buradaki nasıl bir güçtü? Dedemin tanımladığı bunun yanında bir hiçti. Burada elbette bir şeyler vardı. Mabede benzer geniş tavanlı yeri keşfetmek için yürümeye başladım. Çok değil beş adım attıktan sonra duvardaki hareketi fark ettim, fark etmemek neredeyse imkansızdı. Gökyüzüyle birleşecek kadar yükselen duvar önünde tüm ihtişamıyla duran portalı sanki koruyordu. İki büyük kolonun arasına on insan boyu boşluk bırakılmış, kolonlar uçsuz bucaksız göğe yükseliyordu. Bu dev boşluk tamamen karanlıktı, karanlıktan da karanlık. Gözleri kör eden bir karanlık. Karanlıkta seçebildiğim bir karanlık.
Tüm ihtişamıyla dev portala bakarken içeri girme ihtiyacı hissediyordum. Karanlık bedenimi iyiden iyiye ele geçirmeye başlamış, ben ise bulmacanın parçalarını yerlerine koymakla uğraşıyordum. Tüm düşünceleri kafamdan attıktan sonra geldiğim yoldan geri dönmeye karar verdim, nasıl olsa ihtiyacım olan şeyi öğrenmiş, orayı bulmuştum.
İşte tüm bunları önce Martine anlattım. Rafael her zamanki gibi meşguldü, kendini çalışmalara adamıştı. Ziyanı yok demiştim kendi kendime, nasıl olsa zamanı geldiğinde öğrenir. Bu olayı anlamak onun için çocuk oyuncağıydı. Onu dedemin araştırmacı yeteneğinin varisi olarak görüyordum. Bu özellik dedemden bana kalmıştı fakat ben üşengeçliği seçtiğim için Rafael’e bulaşmış olmalıydı. Rafael’e basit bir patronus gönderdikten sonra üç saat uyuyabilmiştim. Patronusun ulaşması, Rafaelin hazırlanması derken zamanı eşitliyorduk, hatta biz daha önce bile varabilirdik. Martin yine düşünceliydi, eminim ki ben uyurken o pencereden dışarı izleyip neler olacağına bakmıştır. Sormuyorum, ilk defa bu kadar korkuyorum. Hissettiğim güç, o güç gerçekten etkileyiciydi.
Martin’in zihni benimkinden kat kat güçlüydü, bedenini saymıyorum bile. İri dostumun mağarada benden daha iyi dayanabileceğini biliyordum. Zaman kaybetmeden yapmamız gereken şeylerden ve birkaç minik fikirden bahsettim ona. Tüm bunlar olurken mağaraya cisimlenmiş, o lanet yarasaların bir kısmını haklamış ve o mabedimsi lanet yere ulaşmıştık. Martin portalı gördüğünde gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Sürekli seyahat edip, sihirli yaratıklarla uğraşan biri olduğu için bir çok kez portal görmüştü fakat söylediğine göre bu portal gördüğü tüm portalların toplamından yaklaşık elli kat büyüktü. Benden orayı tarif etmemi istemeyin, edemem. O lanet şeyi düşündükçe beynimi çekiçliyor sanki birileri.
Martinle oturup yarım saat kadar muhabbet etmiştik, birkaç eski anıdan bahsetmiştik her zamanki gibi. Fakat hiçbir şey eskisi gibi değildi. Şu an ki durum ikimizin de midesini bulandırıyordu. Tam o lanet herife sesli bir küfür savuracaktım ki oluşan küçük sessizlikte kauçuğun o gıcırdayan sesini duydum. Bunlar Rafaelin asker botlarıydı.‘Rafael!’ Tereddüt etmeden cüppemin içinden çıkardığım dede yadigarı asama ‘Şirak.’ diye fısıldayıp havaya kaldırdım. Oluşan minik yeşil ışık beni Rafael’e tanıtmıştı. Işık solmaya yüz tuttuğunda Rafael oldukça yaklaşmıştı. ‘Dulak.’ Minik asa verdiğim emire uymuştu. Cüppemin içine asamı tıkıştırdıktan sonra kafamı kaldırmıştım ki Rafaelin minik yolculuğunun bittiğini fark ettim. Her zamanki bilgiç tavrıyla fakat ona nazaran sakin bir tavırla konuştu. ‘Anlatın bakalım neler olduğunu’.
NOT:Aslında hiç bakmadım rp nin konusuna.Ama eskiden yazdığım bir rp...Ve başka sitedeki üyeliğe aittir.Bu üyeliği bayağı araştırırsanız erkek çıkar..Ama derin olarak bakarsanız kız üyeliğe aittirr...